Modern Barbarın Yolu: Pier Vittorio Aureli’nin “Az Yeterlidir: Mimarlık ve Asketizm Üzerine”si

ERDEM CEYLAN

Toplum
Bir sırdır benim için
Varmamız anlaşmaya
Bir hırs sahibi olmakta.

Sanırsın ki mecbursun
İhtiyacından fazlasını istemeye.
Tamamına sahip olana dek
Adım atamazsın ama özgürlüğe.

Toplum,
Sen çılgın bir cinssin,
Umarım bensiz kaldığında
Yalnız hissetmezsin.

Sahip olduğundan fazlasını istediğinde
İnanırsın ihtiyacın olduğuna,
Ve düşündüğünde istediğinden de fazlasını
Düşüncelerin başlar kanamaya.

Sanırım, ihtiyacım var daha büyük bir yer bulmaya,
Çünkü düşündüğünden de fazlasına sahip olduğunda
İhtiyaç duyarsın çok daha geniş bir mekana.

Toplum,
Sen gerçekten delirmişsin,
Umarım bensiz kaldığında
Yalnız hissetmezsin.

Düşünenler var, az ya da çok,
İnananlar “az çoktur”a,
Ama mademki, az çoktur,
Nasıl devam ediyorsunuz hala sayı yapmaya?
Demek ki seviyeniz düşüyor her sayı yaptığınızda,
Zirveden aşağıya düşerek başlamak gibi adeta,
Oysa bunu yapamazsınız asla…

Toplum,
Sen çılgın bir cinssin,
Umarım bensiz kaldığında
Yalnız hissetmezsin.

Toplum,
Sen gerçekten delirmişsin,
Umarım bensiz kaldığında
Yalnız hissetmezsin.

Toplum,
Merhamet et bana,
Umarım kızmazsın
Anlaşmamızı bozduğumda.

Toplum,
Sen çılgın bir cinssin,
Umarım bensiz kaldığında
Yalnız hissetmezsin.
Jerry Hannan

Prolog
Sean Penn’in yönettiği 2007 tarihli “Yabana Doğru” adlı filmde Jerry Hannan’ın yazıp Eddie Vedder’ın seslendirdiği “Toplum” adlı şarkı, ihtiyacından fazlasını üreten ve tüketen, ethosunu mülkiyet üzerinde temellendiren ve -en kötüsü- “az”ı çokluğu elde etmede kullanılmak üzere estetikleştirilmiş bir araca indirgeyen modern toplumun dayattığı hayat biçiminden uzaklaşarak kendine dönmeyi, azla yetinen bir asketik olmayı seçen, bu yolla özgürlüğüne kavuşmayı arzulayan birinin kişisel tercihinin gerekçe ve sonuçlarını dillendiriyordu. Filmse tüm ekonomik, ailevi ve toplumsal bağlarından kurtularak Alaska’nın vahşi doğasında metruk bir otobüsün içinde tek başına yaşamaya başlayan ve toplumdan doğaya kaçış tercihinin bedelini dört ay sonraki ölümüyle ödeme cesareti gösteren 23 yaşındaki Christopher McCandless’ın “gerçek” hayat hikayesini beyaz perdeye taşıyordu. Günlük pratiklerinin odağına kendi hayatını yerleştirerek benliğini dönüştürme girişiminde bulunan bu “modern barbar”ı hatırlatansa, Pier Vittorio Aureli’nin Lemis Yayın tarafından 2015 yılında Türkçeye kazandırılan “Az Yeterlidir: Mimarlık ve Asketizm Üzerine” adlı, asketisizmin mimarlık çevrelerinde kriz zamanlarında modalaşmasına eleştirel bir yaklaşım getiren metni.

Az Hazdı(r)
Ey gönül bir derde düş kim anda derman gizlidir,
Gel karış bir katreye kim anda umman gizlidir.
Terkedüp canü cihanı giy feragat cübbesin,
Bu feragat cübbesinde sırrı sultan gizlidir …

Eşref oğlu Abdullahi Rumî’nin divanından, İsmaîli Ma’şukî’ye atfolunan bir gazel1

Aureli çalışmasında, “din uğruna dünyevi hazları feda etme, fart-ı zühd, aşırı riyazet, zühdiyet, münzevilik, çilecilik, zahitlik” anlamına gelen asketisizmin izini sürmeye teori ve pratiği, logos ve biosu örtüştüren hayatları üzerinden içinde bulundukları toplumsal ve politik şartları eleştiren antik çağ düşünürlerinden başlar. Dünyevi hazlardan feragat etmenin maddi anlamda bağımsızlık ve toplumsal kısıtlamalardan özgürleşmeyi, manevi anlamdaysa sırlara vakıf olmayı sağladığına inanılan bir dönemdir bu. Ardından Hıristiyan inancının, iktidarın kurumlarıyla bütünleşmesini reddeden keşişlik ve onun zamansal ve mekansal örgütlenmesi olan manastıra değinir. Modern çağda sekülerleşen asketisizmin Protestan ahlakında kristalleşerek kapitalizmin ruhunu inşa eden çalışma ve üretim etiği için bir varoluş zemini oluşturduğunu vurgulayan Aureli, manastırın modern çağın hapishane, garnizon, hastane ve fabrika gibi ıslah edici kurumsal tipolojilerinin öncülü olduğuna işaret eder. Bu süreçte özel mülkiyet ve birikim iktidar aracı haline gelirken asketisizm, iktidara karşı bir özerklik inşa eden bireysel bir tercih olma özelliğini yitirerek daha çok çalışmaya, daha fazla üretme, biriktirme ve tüketmeye zorlayan, bu yolla toplumsal denetime imkan tanıyan, kapitalist statükoyu meşrulaştıran bir ethosa dönüşür. Ancak tam bu noktada Benjamin’e göre, metropoldeki nesne ve bilgi bolluğunun neden olduğu bir deneyim azlığıyla karşılaşan modern toplumun içinde, yersizyurtsuzlaşma ve güvencesizliği bir özgürleşme imkanına dönüştürebilme yolu olarak bir başka asketisizm ortaya çıkar. Bu, düzenli çalışmayı reddederek metropolün sokaklarında amaçsızca dolaşan Charles Baudelaire’in şahsında kristalleşen, “çok azla uzun süre idare edebilen”, hayatını metropolün kaosunu dolaysızca deneyimleyerek bir sanat eserine dönüştüren “modern barbar”ın asketisizmidir. Boris Pasternak 1957 tarihli “Doktor Jivago” adlı romanında, “modern insanın iki temel idealinin özgür kişilik ve hayatını feda etme düşüncesi olduğu”nu yazar. “Modern barbar”ın bu iki ideale hizmet eden asketisizminin bir damarı flaneur, dandy veya situasyonistin metropolün çok anlamlı ve düzensiz coğrafyasını dolanarak keşfetmesini, diğer damarıysa bazı şair ve düşünürlerin bir anlam ve düzen2 arayışı içinde modern toplum ve şehirden uzaklaşarak doğanın içinde kendilerine birer inziva kulübesi inşa etmelerini mümkün kılan motivasyonu sağlayacaktır.

christopher mccandless
ilkel kulübe, marc-antoine laugier, mimarlık üzerine deneme, 1755
karayip kulübesi, gottfried semper, 1851
le corbusier kulübesinin penceresinde, roquebrune-cap martin, fransız rivierası
johann wolgang von goethe'nin weimar'daki bahçe evi
ludwig wittgenstein'ın kulübesi, skjolden, sogne fiyordu, norveç
martin heidegger kulübesinin önünde, todtnauberg, kara ormanlar, bavyera
shaker, shaker toplanma salonu
bir shaker toplanma salonunun iç mekanı, 1920 civarı
az yeterlidir, mimarlık ve asketizm üzerine, pier vittorio aureli

Adem'in Cennetteki Evi
“Biçimi ve dayanıklılığı bağlamında özel bir işlevi olmayan tek bir parça tahta, tek bir kiriş bile yok. İnsan tasarruf edendir. Günün birinde bu kulübe tanrılara adanmış olan şu Roma Pantheon’u olamaz mı?”
Le Corbusier, Bir Ev, Bir Saray, 1928

Bu noktada, Aureli’nin çalışması, mimarlık kuramı ve tarihi içinde ilk(s)el kulübenin yeri hakkında yeniden düşünmek için bir fırsat olarak değerlendirilebilir. Vitruvius, kulübeye atıfta bulunan ilk kuramsal mimarlık metni “Mimarlık Üzerine”de kulübenin inşasının, dilin icadının ve toplumsal ilişkilerin doğuşunun kaçınılmaz sonucu olduğunu belirtmişti; elbette modern barbarların kulübeyi, nesne ve bilgi bolluğuyla eşzamanlı olarak deneyim azlığının baş gösterdiği zamanlarda, iletişim ve toplumsallığın gönüllü azaltılmasının arkitektonik temsiline dönüştüreceklerini öngöremezdi. Kulübe, Vitruvius’tan sonra, cennetten kovulan Adem’in korunma amacıyla ellerini başının üstünde kavuşturmasının inşa pratiğine dönüşümünün temsili olarak 15. yüzyılda Filarete tarafından temelleri atılan dinsel-mitik karakterini 18. yüzyıla dek sürdürür. Rykwert’e göre, Adem’in bu refleksif davranışının mimari sonucu olarak kulübe, cennetteki evin yeryüzündeki izdüşümüdür. Ancak Marc-Antoine Laugier 1755 tarihli “Mimarlık Üzerine Deneme”sinde ilkel kulübeyi mimarlığın doğal, orijinal modeli ve dekorasyondan mahrum salt konstrüksiyonun temsili olarak ele alarak sekülerleştirecektir. Batı mimarlık kanonu içinde mimarlığın başlangıcı olarak kabul edilen bu kulübe, sıkıştırılmış bir toprak zeminin üstündeki dört ağaç gövdesiyle onları birbirlerine bağlayan dalların üstündeki meyilli dallardan ibarettir.3 Yaklaşık yüzyıl sonra bir ocak, çatı, mekanı sınırlayan bir kaplama ve toprak zemin olarak belirlediği mimarlığın dört temel öğesini kulübenin basit konstrüktif tektoniğinde bulan Gottfried Semper, bir Karayip kulübesinden hareketle Laugier’nin doğal modeline antropolojik bir antitezle karşı çıkacaktır. İkinci Dünya Savaşı öncesinde, Weissenhof yerleşkesindeki modernist ikamet deneyimine ve evi bir makineye dönüştüren yaklaşıma karşı çıkan romantik muhafazakar Paul Schmitthenner, ruhsal derinliğe sahip, ahlaklı ve gösterişsiz ideal Alman evinin prototipi olarak Goethe’nin Weimar’da Ilm ırmağı kıyısındaki bahçe evini seçerek kulübeyi ulusal kimlik inşasının temel taşına dönüştürür. Öte yandan, Le Corbusier de doğayla baş başa kalmak, ruhunun vahşi ve ilkel yönlerini keşfetmek, mimarlığın kökenlerine inmek, basit bir kulübenin yoksulluğunun yüce gerçeklere mimari görkemlerden çok daha yakın olduğunu kanıtlamak için Modulor ölçü ve oranlarından türeyen bir mikrokozmik mekan deneyi olarak 1952 yılında Akdeniz kıyısında “Le Cabanon” adını vereceği bir kulübe inşa eder.

Bir Modern Barbarlık Biçimi Olarak Doğaya Kaçış
“Ormana gittim, çünkü uzun uzadıya düşünerek yaşamak, yalnızca yaşamın asıl gerçekleriyle karşılaşmak, onun öğretmek zorunda olduğu şeyi öğrenip öğrenemediğimi görmek ve öldüğümde yaşamamış olduğumu keşfetmemek istedim.”
Henry David Thoreau, Walden, ya da Ormanda Hayat, 1854

Modern toplumun, hayatın metropolün kaosu içinde deneyimlenemeyeceğine inanan, varoluşsal çıkmazlarından en saf gerçekliğe4 temas ederek kurtulacağını düşünen, anlam5 arayışındaki barbarı çareyi kendi içine çekilmiş bir asketik olarak doğaya kaçışta bulacaktır. Bir şiirinde “nerede olduğumuzu bilmiyoruz” diyerek varoluşun mekandan bağımsızlığının olanaksızlığına değinen 19. yüzyıl aşkıncı Amerikan şiirinin en önemli temsilcisi asketik püriten Henry David Thoreau, insanın hem fiziksel hem de metafiziksel olarak nerede olduğunu öğrenmek amacıyla 1845 yılında Massachusetts eyaletinin Concord şehri yakınlarında, Walden Gölü kıyısındaki ormanda 3x4,5 m boyutlarında ahşap bir kulübe inşa eder; orada iki yıl, iki ay, iki gün sürecek bir inzivaya çekilir. Thoreau’nun kulübesi stilistik bir “az çoktur” minimalizminin değil, gerçek anlamıyla azın yeterli olduğu minör bir hayatın mekanıdır. Thoreau kulübesinde dilin dışavurumu olarak gördüğü doğal dünyayı okurken, düşüncesini de fiziksel çevreyle olan deneyimleri üzerinde temellendirir. Metropol ve teknolojiden uzaktaki inziva kulübesi, ikamet edilecek binayı inşa etmeyi tek başına deneyimleyecek kadar bağımsızlığın kişisel bildirimini, aşkın ruhsal ve düşünsel arayış ve keşifleri içermesiyle doğalcı ve romantik direnişin, eşzamanlı olarak “coşku ve melankoli”nin6 şiirsel mekanıdır. Bu bağlamda, Amerikan “do it yourself” ethosunun arkitektonik ifadesi olarak Thoreau’nun kulübesi, aynı zamanda şiirsel olan ile ikamet etme ve inşa etme arasındaki Heideggeryen bağıntının da kesişim noktasıydı.7 Kendi kendine yeterli olmak, aynı zamanda doğanın düzenine, insan özneyi aşan bir aşkın bağlama tevazuyla tabi olmak anlamına geliyordu. Ama öte yandan -özellikle Amerika’nın batı eyaletlerindeki- vahşi doğayla bitişik bu özel Amerikan asketisizmi ulusal kimlik inşası, tarihsel köken arayışı, kapitalist üretim-tüketim döngüsü ve hiyerarşik toplumsal yapıdan özgürleşme imkanı da veriyordu. Deleuze ve Guattari’nin8 belirttikleri gibi, Amerika’da yönler hem farklıdır, hem tersyüz edilmiştir. Hiyerarşi ve kökenin temsilcisi “ağaç” doğuda aranırken beat ve yeraltı edebiyatları9 kendi kaçış çizgilerini, ataları ve asaletleri olmayan “köksapsı” ve doğuştan asketik yerlilerin batısının ıssız ve sonsuz doğasında bulacaktı. Amerika, eski dünyanın doğuya yönelttiği aşkınlık arayışını, kendi batısının10 vahşi doğasında saklı bir içkinliğe doğru kaydırmıştır.

Şiir ve Felsefenin Evinde
“İnsanın yerinden edilişinin temeline geri götürülmesi ilk elde, yapıcılar ve failler olarak şairler, düşünürler, inşa edenler ve ressamlar gibi, varlığın hakikatini… var olanların içinde çeşitli yollarla temellendiren ve barındıran, az sayıda, yalnız ve tekinsiz kişiler tarafından gerçekleştirilir.”
Martin Heidegger, Felsefenin Temel Soruları: Seçme Mantık Meseleleri, 1937-1938

Asketik hayat biçiminin mekanı olarak ilk kulübe, belki çeşmeden avucuyla su içen bir çocuğu gördükten sonra fazla eşyası olduğunu kavrayarak çanağını kıran, kişinin kendisine yetmesi gerektiğini savunan, toplumsal değerlerin dışında, en kısıtlı hayat şartlarında, köpeklerle birlikte yaşayan Sinoplu kinik düşünür Diogenes’in fıçısıdır. Azın yeterli olduğunun en derin kanıtı olan haikunun büyük ustası Matsuo “Başo” Kinsaku ise haikularını, öğrencilerinin Sumida nehrinin kıyısındaki ıssız bir yerde inşa ettikleri “minomushian” (çuval kurdu güvesinin kulübesi) adını verdiği kulübesinde yazacaktır. Alman düşünür ve şair Goethe de çalışmalarını Weimar’da Ilm ırmağı kıyısındaki kulübesinde sürdürmüştür. Modern zamanlarda ise, toplumdan uzakta, doğanın içindeki bir kulübede deneyimlenen asketisizmi hayatın bir parçası kılma cesareti gösteren düşünürlerden ikisi öne çıkar. Ludwig Wittgenstein ailesi üzerinden yaşadığı ruhsal travmalardan, Viyana’nın 20. yüzyıl başı dekadansından, insanlararası ilişkilerin yapaylığından, burjuva hayatına karşı çıkma ile uyum gösterme arasındaki bitimsiz çatışmadan ve karşılıklı bir hayranlık toplumu olarak eleştirdiği Cambridge’deki akademik çevreden uzaklaşmak11 amacıyla 1914 yılında Norveç’in batısında, Sogne fiyordunun ucundaki bir gölün kıyısına kurulmuş Skjolden kasabası yakınlarındaki bir kayalık tepede inşa ettirdiği kulübeye taşınır. Başyapıtı “Tractatus Logico-Philosophicus”12 için en verimli çalışmalarını burada yapan Wittgenstein’ın kesinlik peşindeki püriten13 kişiliğinin totaliter bir boyut kazanabilen bir etik talebinin altında, kulübeyi çevreleyen vahşi doğanın Tanrı’nın kendisini açığa vurmamasıyla ortaya çıkan merhametsizliği14 yatar. Alman romantik taşracılığının etkisindeki Martin Heidegger ise 1922 yılı yazında Güney Almanya’nın Kara Ormanlar bölgesinde, Todtnauberg dağının eteklerindeki bir noktada kendisi için inşa edilmiş, ölümüne dek içinde çalışacağı15, “Hütte” adını verdiği, 6x7 m boyutlarında, gösterişsiz, kırma çatılı, üç odalı, az eşyalı, ahşap bir geleneksel kayak kulübesine taşınır. Mahremiyet, içe dönüklük, kanaatkarlık, bütünlük, teslimiyet, ölçülülük16 gibi değerlerin taşıyıcısı olarak modern konutun şeffaflığı, tekinsizliği, içinin dışına çıkmışlığı ve parçalanmışlığına karşı bir direniş odağı olan “Hütte”, varoluşun17 ikamet etmekle kesişim yeri olarak doğa ve mimarlık, düşünce ve inşaat, metafiziksel ve fiziksel, psyche ve physis, şiirsellik18 ve gerçeklik, aşkınlık ve içkinlik arasındaki eşiktir.

Yoksa Modern Mimari Dinsel Bir Asketisizmi mi İzledi?
“Evimde üç iskemle var; biri kendim için, ikisi arkadaşlık için, üçü misafirlik için. Çok ve beklenmedik sayıda ziyaretçi geldiğinde hepsi için bu üç iskemleden başkası yok, ama genellikle ayakta durarak odayı idareli kullanıyorlar.”
Henry David Thoreau, Walden, ya da Ormanda Hayat, 1854

Amerika’nın batısı modern barbarın köksapsal ve dünyaya (dünyeviliğe) içkin bir hayat deneyimi olarak doğaya kaçışının coğrafyasıyken, doğusu eski dünyaya dönüş ütopyasını bireysel bir tercih olarak değil, cemaat kurucu bir bağlam olarak dinsel bir asketisizm aracılığıyla hayata geçirecek bir aşkınlık arayışının toposudur adeta. Bu topos 17. yüzyılın sonlarına doğru kuzeydoğu Amerika eyaletlerinde Eski ve Yeni Ahit’lerdeki şehir adlarını “yeni” ekiyle taşıyan yerleşkeler kuran Quaker (Sarsılanlar), 18. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibarense New England’dan başlayarak Kentucky, Ohio ve Indiana’ya yayılan Shaker (Sallananlar) tarikatlarının etki alanıdır. İngiliz püritenizminin aşırı sol kanadını temsilen ideal kiliseyi paylaşımcı bir dünya görüşüyle kurmayı amaçlayan Quaker tarikatının öğretisi, Tanrı’yı içsel deneyimle kavramayı vurgulamakta, ortodoksik inançlara, din adamı örgütlenmelerine veya kilise kurumlarına karşı çıkmaktaydı. Ön hazırlıksız ve vaizsiz ayinlerinde sessizce toplanıp, Tanrı’nın cemaatten birini vaiz olarak seçmesini -ki bu seçim sırasında vaiz adayı tanrısal bir güçle sarsılmaktaydı- bekleyen, böylece ortodoksik kuralların dışına çıkan Quakerlar, buna karşın toplumsal hayata dingincilik, pasifizm, savaş, kölelik ve idam cezası karşıtlığı ve kendini Tanrı’nın yönlendiriciliğine bırakarak benliği yok etme aracılığıyla bir tür asketisizm yaymaya çalışmışlardır. Kendilerini komün hayatı, çilecilik, yoğun ibadet, israftan kaçınma, birlikte üretme ve ortak paylaşmaya adayan Shakerların günlük hayatını biçimlendiren inanışlarının temelinde üç ilke vardı: bekarlık19 (tarikat mensupları arasındaki evlenme ve cinsel birleşme yasağı), hayırseverlik ve komünal ekonomi. İsa’nın yoksulluğunu örnek alan, çalışmayı kutsallaştırarak bir ibadete dönüştüren Shakerların bu asketik hayat biçimi, ürettikleri mobilyalardan inşa ettikleri komün evlerine, diktikleri giysilerden kurdukları yerleşkelere dek yalın ve süssüz, nesnenin işlevini öne çıkaran bir estetik anlayışı geliştirmelerini, bu anlayışta ürünler vermelerini sağlamıştır. Dünya cennetini kurmak için dış dünyadan uzaklaşarak ekonomik açıdan kendine yeten yerleşkeler kuran Shakerların mimarisine, gereksiz olandan ve süslemeden mahrum iç mekanlarda gözlemlenen bir pragmatizm ve işlevsellik hakimdir. Bu bağlamda, modern mimarinin “biçim, işlevi izler” sloganının yaratıcısı Chicago Okulu’nun 19. yüzyılın sonlarında Shaker asketisizminin oldukça yaygın olduğu Indiana’da kurulmasının tesadüf olması mümkün görünmemektedir.

Epilog
“Eğer bu macera ölümle sonuçlanır ve benden bir daha ses çıkmazsa, harika bir adam olduğunu bilmeni istiyorum. Artık yabana yürüyorum.”
Christopher McCandless’ın Wayne Westerberg’e yolladığı son karttan

Arkitektonik gerçekliğe, toplumsal düzen ve hiyerarşi ile kapitalist üretimden kaçışın çizgisinin yeri olarak vahşi doğa içindeki kulübe biçiminde bürünen modernist barbarların asketisizminin, tüm batı düşüncesine hakim olan, ormanı tarlaya dönüştürerek tarımsal üretimi doğuran “ağaç”20 modeline karşı doğunun step, bahçe, çöl ve vahalarının “köksap” modeliyle bağlantılı, alternatif bir “köksapsal orman” modeli kurduğu savunulabilir. “Az çoktur”un salt stilistik bir temsil olarak estetik bir sorunsala dönüştüğü günümüzde, “az yeterlidir” “öznenin kendini, zihninin ve bedeninin sürekli farkında olarak kendi ilkeleri doğrultusunda yaşamak amacıyla eğitmesi”21 biçiminde etik bir sorunsala karşılık gelmektedir. Bu eğitim sürecinin hemen daima özneyi bir yandan başka bedenlerle temasa geçmekten alıkoyacağı, öte yandan -şayet metropoliten kaos içinde dolanmıyorsa- “gerçek dünya”yla temasa geçireceği açıktır.22 Böylesi bir asketisizmse, ancak -Kaliforniya’nın Carmel şehri yakınlarında inşa ettiği, “Tor Evi ve Şahin Kulesi” adlarını verdiği iki yapıya sığınan asketik şair ve duvar ustası John Robinson Jeffers’ın ifadesiyle- “dağlarla aynı mizacı taşıyan birkaç ölü adam”ın altından kalkabileceği bir iştir…

Kötü Anlarında Bilgeler
… Ölüm yaman bir tarlakuşu, ne var ki yüzyıllara
Kas ve kemikten fazlasını bırakıp da ölmek
Çoklukla bir zayıflık göstergesidir.
Ölü taşlardır dağlar, ya imrenilir
Küstah sessizliklerine, endamlarına
Ya da bu yüzden onlardan nefret edilir.
Ne yürekleri yumuşar dağların, ne canları sıkılır
Ve birkaç ölü adamın düşünceleri dağlarla aynı mizacı taşır.
John Robinson Jeffers23

Kaynakça
-Abdülbaki Gölpınarlı, Melamîlik ve Melamîler, Gri Yayın, İstanbul, 1992.
-Adam Sharr, Heidegger’s Hut, foreword by Simon Sadler, prologue by Andrew Benjamin, The MIT Press, Cambridge, Massachusetts and London, England, 2006.
-Adam Sharr, Mimarlar için Heidegger, çev. Volkan Atmaca, YEM Yayın, İstanbul, 2013.
-Andrew Ballantyne (ed.), What is Architecture?, Routledge, New York, 2005.
-Erdem Ceylan, “Homo Faber vs. Homo Scribae: Literature as the Doppelgänger of Architecture in Max Frisch’s Novel Homo Faber: A Report”, ARCHTHEO 2011 - I. International Conference of Theory of Architecture: “Theory for the Sake of the Theory”, November 23-26, 2011, MSFAU, Istanbul, November 24, 2011, 4th Session.
-Erdem Ceylan, “A Hut Tale: House of Philosophy, Philosophy of the House”, ARCHTHEO 2012 - II. International Conference of Theory of Architecture: “House and Home: From a Theoretical Perspective”, October 31-November 03, 2012, MSFAU, Istanbul, November 01, 2012, 1st Session.
-Gilles Deleuze, Félix Guattari, A Thousand Plateaus - Volume 2 of Capitalism and Schzophrenia, translated by Brian Massumi, Continuum Books, London and New York, 2008.
-Ivar Oxaal, On the Trail to Wittgenstein’s Hut: The Historical Background of the Tractatus Logico-Philosophicus, Transaction Publishers, New Brunswick, New Jersey, 2011.
-Jon Krakauer, Yabana Doğru, çev. Taylan Taftaf, Siren Yayınları, İstanbul, 2014.
-Jon Lang, Urban Design: The American Experience, John Wiley and Sons, Inc., New York, 1990.
-Joseph Rykwert, On Adam’s House in Paradise: The Idea of the Primitive Hut in Architectural History, The MIT Press, Cambridge, Massachusetts and London, England, 1981.
-Lesley Chamberlain, “The Philosopher’s Home from Home”, Standpoint, October 2011, s. 54-55.

  • Mark Taylor, On Walden Pond: Thoreau’s House as Architectural Model, içinde Mark Burry, Michael Ostwald, Peter Downton and Andrea Mina (eds.), Homo Faber: Modelling Architecture, Exhibition Catalogue, Melbourne Museum, June/July 2006.
    -Martin Heidegger, “Building Dwelling Thinking”, in Poetry, Language, Thought, translation and introduction by Albert Hofstadter, Harper and Row Publishers, New York, 1971, s. 145-161.
    -Martin Heidegger, “… Poetically Man Dwells”, Poetry, Language, Thought, Harper&Row, New York, 1990, s. 213-229.
    -Martin Heidegger, “… Şiirle Yaşar İnsan”, çev. Yurdanur Salman, Kuram, sayı 7, 1995, s. 83-90.
    -Martin Heidegger, “İnşa Etmek Oturmak Düşünmek”, Cogito (Kent ve Kültürü), 1996, sayı 8, s. 67-70.
    -Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, çev. Zeynep Aruoba, Hil Yayın, İstanbul, 1985.
    -Metin Bal, “Heidegger Düşüncesinde Teknoloji Hapishanesi ve Şiirsel Konaklama”, Bibliotech, sayı 11, s. 46-66.
    -Michael Pollan, Bana Ait Bir Yer: Hayallerin Mimarisi, çev. İlknur Urkun Kelso, Sinek Sekiz Yayınevi, İstanbul, 2015.
    -Michelle Perrot, Odaların Tarihi, çev. Şilan Evirgen, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2013.
    -Paul Rocheleau, June Sprigg and David Larkin, Shaker Built: The Form and Function of Shaker Architecture, Thames and Hudson Ltd., London, 1994.
    -Pier Vittorio Aureli, The Possibility of an Absolute Architecture, The MIT Press, Cambridge, Massachusetts and London, England, 2011.
    -Pier Vittorio Aureli, Az Yeterlidir: Mimarlık ve Asketizm Üzerine, çev. Baran Bilir, Lemis Yayın, İstanbul, 2015.
    -Robert P. Emlen, Shaker Village Views: Illustrated Maps and Landscape Drawings by Shaker Artists of the Nineteenth Century, University Press of New England, Hannover&London, 1987.
    -Şenol Erdoğan, Mimar Wittgenstein, Altıkırkbeş Yayın, İstanbul, 2006.
    .

Notlar
1 Abdülbaki Gölpınarlı, Melamîlik ve Melamîler, Gri Yayın, İstanbul, 1992, s. 351.
2 Anthony Storr, 1988 tarihli “Yalnızlık: Kişinin Kendine Dönüşü” adlı kitabında kişinin yaratıcılık özelliği ile toplumsal ilişkilerden kaçınma davranışı arasındaki bağlantıyı dile getirirken inzivaya çekilmenin bir tür anlam ve düzen arayışının ifadesi olduğuna işaret eder: “Yaratıcı insanların olgun kişisel ilişkiler kurmakta başarısız olduğu doğrudur; bazıları da aşırı münzevi bir hayat sürer. Bazı durumlarda, erken bir ayrılığın ya da ciddi bir kaybın ardından baş gösteren travmanın, yaratıcılık potansiyeline sahip insanı kişiliğinin farklı cephelerini geliştirmeye yönelttiği de doğrudur ve bu gelişme göreceli bir tecritle sonuçlanabilir. Fakat bu, münzeviliğin ya da yaratıcılığa dönük arayışların patolojik olduğu anlamına gelmez. Kaçınma davranışı, çocuğu davranışsal düzensizlikten korumak için tasarlanmış bir tepkidir. Bu kavramı yetişkin hayata aktaracak olursak, kaçınma davranışı içinde bulunan çocuğun öncelikli ihtiyacının hayatta bir tür anlam ve düzen bulmak olduğunu ve, tamamen ya da kısmen, insan ilişkilerine dayandırmayacak bir yetişkine dönüşebileceğini de görürüz.” Storr’dan aktaran Jon Krakauer, Yabana Doğru, çev. Taylan Taftaf, Siren Yayınları, İstanbul, 2014, s. 75. Öte yandan Theodore Roszak, 1981 tarihli “Mucizenin Peşinde” adlı kitabında münzevilik gibi aşırılıkların yaratıcılıktan mahrum bireyler için uygun olmadığına dikkat çeker: “Aslında kayda değer gerçekleri kavrayabilmek adına hastalıklı aşırılıklara yönelmek, yaratıcı dehalara özgü bir illet olabilir. Ancak bu, ruhani yaralarını anlam yüklü sanata ya da düşünceye dönüştüremeyenler için kalıcı bir yaşam biçimi olamaz.” Roszak’tan aktaran Jon Krakauer, a.g.e., s. 85.
3 Laugier, aynı çalışmasında, insanın yeryüzünde ikamet etmesinin ilkel kulübeyle mümkün olduğuna işaret eder: “İnsan kendisini örtecek değil ama barındıracak bir ikametgah istedi. Ormandaki bazı kırılmış dallar onun bu amacına uygun malzemelerdi. En dayanıklı olanlarından dördünü seçti ve onları bir kare oluşturacak şekilde yere dik bir açıyla kaldırdı. Bu dördünün üstüne başka dört dal daha yerleştirdi; bunların üstüne her iki tarafa doğru meyleden başka dallar koydu, ta ki bunlar tam merkezdeki bir noktada buluşana dek. Çatının bu türü hem güneş ışığından, hem de yağmurdan koruyacak kadar kalın yapraklarla kaplanmıştır ve insan artık ikamet etmektedir.”
4 Paul Shepard, 1967 tarihli “Doğadaki İnsan: Doğanın Estetiğine Tarihsel Bir Bakış” adlı çalışmasında çetin şartlara sahip doğadaki deneyimlerin metafiziksel boyutuna dikkat çekmektedir: “Peygamberler ve münzeviler çöle gider; hacılar ve sürgünler çölleri aşar. Büyük dinlerin liderleri, gerçeklikten kaçmak değil, aksine onu bulmak için inzivanın şifa verici ve ruhani değerlerini çölde aramaya çıkmıştır.” Shepard’tan aktaran Jon Krakauer, a.g.e., s. 32.
5 Everett Ruess, kardeşi Waldo’ya yazdığı 11 Kasım 1934 tarihli son mektupta toplumla paylaşımında sorunlar yaşayan bireyin kendi yalnızlığına sığınmasını şöyle gerekçelendirir: “Ait olduğumu hissettiğim ve kendimi etrafımdaki dünyayla bütün olarak algıladığım bir yerde yaşam sürdüğüm için beni suçlayabilir misin? Bana refakat edecek zeki varlıklardan yoksun olduğum doğru. Ama benim için gerçekten anlamlı olan şeyleri paylaşabildiğim o kadar az insan tanıdım ki, kendi içime çekilmem gerektiğini öğrendim. Bu güzellikle sarmalanmış olmak bana yetiyor…” Ruess’ten aktaran Jon Krakauer, a.g.e., s. 104.
6 Roderick Frazier Nash, 1967 tarihli “Yaban Hayat ve Amerikan Zihni” adlı çalışmasında romantik ruh ve vahşi doğa arasındaki ilişkiyi şöyle açıklar: “Yaban hayat, insanlıktan ve insanlığın elinden çıkma olan şeylerden usananları ya da tiksinti duyanları kendine çekti. Yalnızca toplumdan kaçabilme fırsatını tanımakla kalmadı, aynı zamanda romantik bireyin kendi ruhuna yönelik tutkusunu deneyimleyebilmesi için elverişli bir ortam da sundu. Vahşi doğanın ıssızlığı ve sınırsız özgürlüğü, hem melankoli hem de coşku için kusursuz bir dekor oldu.” Nash’den aktaran Jon Krakauer, a.g.e., s. 188.
7 Thoreau, kulübesini inşa etmeye başlamasını 1854 tarihli “Walden-Ormanda Hayat” adlı kitabında “Bir balta ödünç aldım ve Walden gölü yakınlarındaki ormana, evimi inşa etmeye niyet ettiğim en yakın yere gittim ve kereste için hala genç olan birkaç uzun oksu beyaz çamı kesmeye başladım,” sözleriyle anlatır. Besbelli ki “Kendi evini inşa eden bir adam ile kendi yuvasını inşa eden bir kuş benzerdirler. Kim bilir, belki de insanlar kendi evlerini kendi elleriyle inşa etselerdi, kendilerinin ve ailelerinin yiyeceklerini kendileri basitçe ve samimi bir biçimde yeterli miktarda temin etselerdi, şiirsel yetenek, kuşların böyle meşgullerken evrensel bir biçimde ötmeleri gibi, evrensel bir biçimde gelişirdi?” diye yazan Thoreau’ya göre, asketik hayat ve üretimin yeri olarak kulübe doğal ile şiirseli birleştiriyordu.
8 Gilles Deleuze, Félix Guattari, A Thousand Plateaus - Volume 2 of Capitalism and Schzophrenia, translated by Brian Massumi, Continuum Books, London and New York, 2008, s. 21.
9 “Köklere gitme, kanalı takip et…” diyen müzisyen ve şair Patti Smith’ten, “Nehri Bul (Find the River)” adlı şarkıda “Kendi yolumu bulmak için terk etmeliyim / …Ayrıcalıklı ve bitkin gözleri / Saflığı arar nehir şairinin” diyerek toplumdan uzaklaşmaya ve saf gerçekliğin el değmemiş doğadaki varlığına işaret eden alternatif rock müzik grubu REM’e dek neredeyse tüm Amerikan avangardı, bireyin vahşi doğadaki asketik hayat deneyimini yüceltmiştir.
10 Wallace Stegner, 1987 tarihli “Bir Yaşam Alanı Olarak Amerika’nın Batısı” adlı çalışmasında kaçış ve özgürlük arayışının mekanı olarak Amerika’nın batısını işaret eder: “Başıboş olmanın bizi her zaman heyecanlandırmış olduğu inkar edilmemeli. Bu kavram zihnimizde geçmişten ve baskıdan, kanun ve usandırıcı yükümlülüklerden kaçışla birlikte, mutlak bir özgürlükle de ilintilenmiştir. Ve tüm yollar her zaman batıya çıkar.” Stegner’den aktaran Jon Krakauer, a.g.e., s. 22.
11 Wittgenstein’ın Cambridge Üniversitesi’ndeki mantık ve felsefe hocası ünlü düşünür Bertrand Russell, Lucy Donnelly’ye gönderdiği 19 Ekim 1913 tarihli mektubunda, öğrencisinin parlak bir kariyer vaat eden akademik yaşamı Norveç’in uzak bir fiyordunda, bir kulübede yaşamak için terk etmek üzere olduğu ve onu bu düşüncesinden geri adım atması için ikna etmeye çalışması hakkında şunları yazar: “Karanlık olacağını söyledim, gün ışığından nefret ettiğini söyledi. Yalnız olacağını söyledim, zeki insanlarla konuşarak aklını kötüye kullandığını söyledi. Çılgın olduğunu söyledim, Tanrı beni aklı başında olmaktan korusun dedi. Koruyacağı kesin.”
12 Wittgenstein’dan Russell’a gönderilen 1914 tarihli bir mektupta “… şimdi kendim için ıssızlık içinde bir ev inşa ediyorum,” yazmaktadır. Kulübede ilk birkaç hafta içinde bulduğu fikirlerden birini - ki basit, öz olana olan vurgusuyla dikkat çekicidir - yine hocasına yazdığı bir mektupta şöyle dile getirir: “Bütün mantık tek bir ilkel önermeden gelir.”
13 Wittgenstein kulübesine taşınmasından iki yıl önce, Amerikalı psikolog ve düşünür William James’in Buddha, Tolstoy, Thoreau gibilerinin doğa içindeki inziva deneyimlerini inceleyen 1902 tarihli “Dinsel Deneyimin Çeşitleri: Doğada Bir Çalışma” adlı kitabını okumuştu. Öte yandan, mimarlıktaki çalışmaya benzettiği felsefe üzerinde çalışmanın kişinin kendisi ve nesneleri görme biçimi üzerinde çalışması olduğu yönündeki düşüncesinin temellerini de büyük olasılıkla kulübedeki düşünme pratiği sırasında atmıştı. Nitekim Wittgenstein, 1928 yılında Viyana’da Adolf Loos’un öğrencisi Paul Engelmann’la birlikte kızkardeşi için, eleştirmenlerin “ev haline gelmiş mantık” olarak niteleyecekleri bir konut inşa edecektir. Bu bağlamda, Wittgenstein’ın kulübesinin de kesinliği, saflığı, huzurlu ciddiyeti ve sessizliğiyle “mantık haline gelmiş ev” olduğu ileri sürülebilir.
14 Norveçli oyun yazarı Henrik Ibsen, doğanın ve iklimin acımasızlığı ile neredeyse zorunlu asketik hayat biçiminin kuzeyli insanın ruhsal yapısındaki etkisini şöyle açıklar: “Beni tam olarak anlamayı arzulayan kişi Norveç’i bilmek zorundadır. Kuzeyde insanları çevreleyen gösterişli ama sert doğa ve içe dönük yalnız hayat -evler genellikle birbirlerinden millerce uzaktadır- onları başka insanlar hakkında dertlenmekten alıkoyarak kendileriyle ilgilenmeye zorlar, öyle ki düşünceli ve ciddi bir hale gelirler, kara kara düşünürler, şüphelenirler ve sıklıkla umutsuzluğa kapılırlar. Norveç’de her başka kişi bir filozoftur. Ve dışarıdaki kalın sisiyle şu karanlık kış, güneşi özler!”
15 İnsanın temel varoluşunun dünya-içinde-olma ve ölüme-doğru olma hali olduğunu belirttiği 1927 tarihli “Varlık ve Zaman” adlı yapıtının büyük bölümünü kulübesinde yazan Heidegger, 1934 tarihli “Neden Taşrada Kalıyoruz?” adlı makalesinde, kulübesinde, dışarıdan gözlemleyenlerin yalnızlık olarak algıladıkları, ancak aslında kendisini tüm varoluşu deneyimleyerek bir varlığa dönüştürebilmesini sağlayan içsel gücünü besleyen bir tenhalık içinde yaşamakta olduğunu şöyle ifade etmiştir: “Burası benim çalışma dünyam. … Doğrusunu söylemek gerekirse asla manzarayı seyretmem. Onun gündüz ve gece boyunca, mevsimlerin geliş ve gidişlerindeki değişimlerini deneyimlerim. … Tüm bunlar kulübedeki günlük varoluşa nüfuz ederler, zorlama estetik vecd veya yapay empati anlarında değil, ama yalnızca kişinin varoluşu çalışmanın içindeyken. … Bu felsefi çalışma tam da çiftçinin çalışmasına aittir. … Bu yalnızlık değil, tenhalıktır. … Tenhalığın bizi yalıtan değil, ama tüm varoluşumuzu varlığın geniş samimiyetine yansıtan özel ve orijinal bir gücü vardır.” Çarpıcı peyzaj içinde göze çarpmayan, gösterişli doğanın ortasında bir gösterişsizliğe sahip olan kulübe, düşünür için romantik bir manzara seyretme, pitoresk görüntülerle büyülenme, estetik duygulanımlar deneyimleme yeri değil, gündüz ve gecenin, mevsimlerin değişimlerinde cereyan eden doğal döngülere nüfuz etme, odun kesen, kuyudan su çeken bir çiftçi gibi çalışma, geri kalan zamanlardaysa düşünme, yazma ve yürüyüş yapma mekanıdır. Heidegger kulübesindeyken kendi dünyalarından başka bir dünya bilmeyen, tarım ve ev işlerinde çalışan, doğanın dilini bilen ve konuşan, sıkı aile bağları ve katı toplumsal yapılar içinde yaşayan inançlı, mütevazı insanların minör hayatlarını inşa eden, teslimiyet içindeki ruh hallerine yaklaşır. Bu deneyiminden yola çıkarak, varlığın varoluşun koşullarını onu özünden uzaklaştıracak biçimde zorlamamasına, varoluşun özünü değiştirmeye kalkmamasına atıfta bulunan, bir tür kader anlayışı olarak yorumlanabilecek “bırakmışlık” (Alm.: Gelassenheit) kavramını ortaya atar.
16 Heidegger’e göre, insan şiir aracılığıyla yeryüzü üstündeki, gökyüzü altındaki varlığını tanrısal olana karşı ölçer. Tanrısal olansa, insana, kendini evrende işgal ettiği yeri ölçmesi için bir ölçü verir. İnsan kendisine verilmiş bu ölçüye başvurduğunda şiirselliğin içindedir. Oysa, yeryüzünü ele geçiren modern yaşam böylesi bir ölçünün gerekliliğinin farkına varılmasını imkansızlaştırmıştır. Ölçü her şeye rağmen kullanıldığındaysa kullanıcısının toplumsal yaşamın periferisine fırlatılmasına, çılgın, suçlu, sapkın, marjinal olarak yaftalanmasına neden olmuş, tüketilebilir bir metaya dönüştürülebilir olduğu fark edildiğindeyse sıradışı bir sanatsallığın ruh-beden birliğinin sıcaklığı içinde nüfuz edilemez olan, ama ancak entelektüelliğin soğukluğu içinde anlaşılan aurasına hapsedilmiştir. Heidegger’e göre, şiir insanın, varoluşsal doğasını belirleyen bu ölçü içinde kalmasını olanaklı kılan aygıttır. İnsan, ikamet ettiğinde, yani yeryüzünde şiirsel bir biçimde yaşadığında, kendisini tanrısallık karşısında bir teslimiyet, bırakmışlık ve tevazu içinde tutan bir ölçüye tabidir. İşte kulübedeki asketik hayat bu ölçüye tabi olmaktır. Şiirsellik, “az çoktur” türünden söylemlerin aurasında, minimalist çizgilerin estetiğinde değil, insanın tanrısallıklar tarafından iletilen ölçünün dışına çıkmamasındadır.
1 Heidegger’e göre, insan, kökensel birliği oluşturan bir “dört-katlılık” içinde yaşar. Bu dört-katlılık onun “varlık küresi”dir. İnsanı yeryüzünde yapayalnız ve başıboş dolanan bir varlık olmaktan kurtaracak, kendisine kendisini evrenle ölçebileceği ölçüyü sunacak olan şey bu dört-katlılıktır. Heidegger, 1951 tarihli “İnşa Etmek İkamet Etmek Düşünmek” adlı makalesinde dört-katlılığı şöyle açıklamıştır: İnsanın üstünde yaşadığı “yeryüzü” kayalıklar, sular, ormanlar, hayvanlar gibi insana hizmet eden taşıyıcıların bulunduğu alandır. İnsanın altında yaşadığı “gökyüzü” gündüz ve gece ile mevsimlerin değişimlerini, güneş, ay ve yıldızların devinimini, bulutların göçünü, fırtınaları, kar ve yağmuru içerir. İnsanın önünde durduğu, huzurunda bulunduğu “tanrısallar” Tanrı’nın çağrısını ileten haberciler olup onu ve onunla ilgili şeyleri temsil eder, ölçünün nasıl kullanılacağını gösterirler. İnsanların ta kendisi olan “ölümlüler” ise “ölümü ölüm olarak ölebilen varlıklar”dır. Bu onların yeryüzünün üstünde, gökyüzünün altında ve tanrısal olanların önünde kaldıkları sürece sürekli olarak ölmelerinin, ölüme-doğru varlık olmalarının anlamına vakıf oldukları, boş yere ölmedikleri anlamına gelir. Ancak ölümü ölüm olarak ölebilen varlık, hayatı da hayat olarak yaşayabilmiş demektir. İşte yaratılışın güçlerini içeren ve estetik, empati gibi felsefi söz oyunlarına meydan okuyan doğanın içindeki kulübe, içinde ikamet etmek üzere onu inşa edenin, söz konusu dört-katlılığı özüne zarar vermeksizin koruduğu ve deneyimlediği yerdir. 18 Varoluşun insanın yeryüzündeki hayatının şiirselliğinde olduğunu savunan Heidegger’in şiir ve ikamet etmek ile ilgili düşünceleri 1954 tarihli “… Şairane Mûkimdir İnsan” adlı makalesinde kristalleşir. Başlıktaki dize, Alman idealizminin kurucularından romantik şair Friedrich Hölderlin’in “Güzelim mavilikte çiçeklenir…” dizesiyle başlayan uzun şiirindendir. Hölderlin’e göre, şiir yalnızca mümkün olanı değil, ama mümkün olmayanı da içerdiği için bütünsel olanı taklit edebilen tek şeydir. Öz ve üvey babalarını çocuk yaşta kaybeden Hölderlin, rahip okulundaki eğitiminin ardından Hegel ve Schelling ile dost olur. Dostlarına bağlı bir kişi olsa da, toplumdan uzak durmaya eğilimli, hayat sevinci olmayan, sürekli bir melankoli içinde yaşayan, tüm ruhsal travmalarının ardından annesine sığınan bir kişidir. Ancak Hölderlin’in çıldırmasını hızlandıran etkenin, aşık olduğu evli kadının şairin aşkına karşılık vermesine rağmen birlikte yaşamalarının olanaksızlığı içinde ölmesi olduğu söylenir. Eleştirmenlere göre, şairin şiirlerinde adı -Sokrates’e gerçek sevginin ne olduğunu öğretmiş olan kadının adıyla- “Diotima” olarak geçen kadın, şairin bu yegane aşkıdır. Hölderlin denetlenemez sinirlilikler, aşırı öfke krizleriyle beliren ruhsal sorunları nedeniyle yaşamının 36 yıllık ikinci yarısını bakımından sorumlu olan iyiliksever bir marangozun evindeki kulede veya kulübesinde(!), sessizlik içinde piyano çalarak, bir tür zorunlu inziva içinde geçirmiştir.
19 Kendisi de hayat boyu bekar yaşamış olan Thoreau, 1854 tarihli “Walden, ya da Ormanda Hayat” adlı kitabında azın yeterli olmasının ötesinde, neredeyse yokmuş gibi görünenin aslında en yüksek gerçeklik olduğuna dikkat çekmiştir: “En büyük kazançlar ve değerler en az takdir edilenlerdir. Varlıklarından kolaylıkla şüphe edebiliriz. Çabucak unutulurlar. En yüksek gerçek onlardır. Belki de, en şaşırtıcı ve gerçek şeyler bir insandan diğerine aktarılamaz. Günlük yaşantımın gerçek ürünü, gündüzün ve akşamın çizgileri gibi tarif edilmez ve elle tutulup gözle görülmezdir.” Thoreau’dan aktaran Jon Krakauer, a.g.e., s. 59.
20 Gilles Deleuze, Félix Guattari, a.g.e., s. 20.
21 Pier Vittorio Aureli, Az Yeterlidir: Mimarlık ve Asketizm Üzerine, çev. Baran Bilir, Lemis Yayın, İstanbul, 2015, s. 49.
22 Thoreau, 1864 tarihli “Ktaadn” adlı eserinde, “Ruhlardan ya da hayaletlerden korkum yok, ben de onlardan biriyim (vücudum bir gün onlara dönüşecek); fakat bedenlerden, onlarla temasa geçmekten ürperti duyuyorum. … Gizemlerden konuşalım! Hayatlarımızı tabiat içinde düşünelim; maddeyle gündelik temas içinde; kayalarla, ağaçlarla, yanaklarımıza vuran rüzgarla! Katı dünya! Gerçek dünya! Sağduyu! Temas! Temas! Kimiz biz? Neredeyiz biz?” diye yazmıştı. Thoreau’dan aktaran Jon Krakauer, a.g.e., s. 206.
23 Jeffers’dan aktaran Jon Krakauer, a.g.e., s. 240.

Etiketler:

İlgili İçerikler: