Hikaye Anlatıcılığı ve Vitra Kampüsü

ÇİĞDEM ASLANTAŞ

Beyinlerimiz hikayeleri ve onları yaratırken kullandığımız metaforları sever. Salt rasyonel veriye dayalı aktarımların aksine, bilgi, bu tarz kurgularda beynimiz tarafından daha etkin bir şekilde işlenir. Bunun sebebi duygularımızın anlatıcı/bilgi sunucu tarafından tetiklenip tetiklenmemesinde yatmaktadır. Hikayeler aracılığıyla uyandırılan bu duygular, hızlı bir biçimde kişisel deneyimlerimizle bir bağ kurar. Bu süreçte beynin neredeyse tüm bölgeleri harekete geçer ve yaşamakta olduğumuz an duygu yüklü bir ana dönüşür. Böylece nötr anılara göre olaylar hafızamızda daha uzun kalır ve sonrasında hatırlanması gerekenler klasörüne eklenir. Aslında bu durum metaforik olarak belli bir bilgi parçasının üstüne “önemli” işaretinin olduğu kimyasal bir damga vurmak gibidir.

Beynin hikaye anlatıcılığı arka planındaki tüm bu muazzam ve hayret verici işlemler, Vitra Kampüs'ü gezerken de kişisel bir deneyim olarak pratik bir vücut buluyor. Kampüs bünyesindeki ikonik mimarilerden zaten istemsizce etkilenilse de, rehberin mimari hikayeleri anlatmasıyla yaşanmakta olan deneyim birden oldukça renkli hale geliyor. Her bir yapının arkasındaki hikaye/kurgularla, kısa süreliğine de olsa mimarın ya da tasarımcının tasarlama sürecinin bir parçası olunuyor. Rehber tarafından aktarılan bilgilerdeki duyusal veriler -görüntü, ses, doku, renk, kullanıcı hisleri- zihinde birer duyguyu tetikleyerek, ziyaretçiyi, mimarinin bir parçası yapmayı başarıyor.

Schaudepot

SCHAUDEPOT
Vitra Kampüs'te, ziyaretçiye müze ve müze yaklaşımlarını sorgulatan ilk alan “Schaudepot” (gösterim deposu) yapısı oluyor. Bünyesinde 7 bin parçalık mobilya koleksiyonu sergileyen yapı, Vitra Tasarım Müzesi'nin kalıcı koleksiyonuna ev sahipliği yapıyor. Bina ile ilk iletişim öncelikle, bir müzenin devamı niteliğindeki yapının, bir müze mi yoksa sergi salonu olarak mı tanımlanması gerektiği sorgusuyla başlıyor. Yapı kendini “gösterim deposu” olarak tanımlasa da, aslında müze mekanlarının sergi alanlarıyla hibritlenmesinin bir sonucu gibi. Çünkü yapı 1800'lerden günümüze, aralarında Le Corbusier, Charles & Ray Eames ve Alvar Aalto'nun işlerinin de yer aldığı mobilyalardan göreceli yeni teknoloji üç boyutlu yazıcılarla üretilmiş ürünlere kadar uzanan 400 parçalık kalıcı bir koleksiyonun sergilemesini, sergi salonu biçiminde yapıyor. Hal böyle olunca mimari, nesneler üzerinden tarih okumasını, görmeye alışık olduğumuz müze kurgusundan çıkarıp, bir depo ve sergi salonu karışımı bir senaryo üzerinden yaptırıyor.

Yapı, ilk bakışta penceresiz, üçgen çatılı ve tek açıklıklı haliyle, oldukça sade bir evi andırıyor. Mimarinin devasa düz cephesi ve simetrik çatısı kesintisiz binlerce klinker tuğladan oluşuyor ve bu yaklaşım binaya tuhaf bir sıcaklık katıyor. Bu içgüdüsel yakınlık hali, rehber mimarinin hikayesinden bahsetmeye başladığında daha yüksek bir seviyeye ulaşıyor. Tüm tuğlaların el ile kırılıp şekillendirildiğini ve bu yapının yaratıcıları Herzog & de Meuron ofisinin yöredeki evlerden esinlendiğini anlatıyor. Bu noktada birden zihin, yörenin diğer evlerini hayal etmeye başlıyor ve yapının tasarlanma sürecini yeniden canlandırıyor. Bu zihinsel süreç yapının güçlü ve dikkat dağıtıcı tüm öğelerden arındırılmış sadeliğiyle daha da güçleniyor. Bu sadelik tavrı o denli güçlü olarak karşıda duruyor ki, sanki mimari ne kendisini göstermek ne de içindekileri ön planda tutmak için kurgulanıyor gibi. Sadece var oluyor ve sessiz güçlü kimliğiyle çok da uzun süre olmaya devam edecek gibi bir his uyandırıyor. Bu etki, yapının aynı doku, renk ve malzemede devam eden zemini sayesinde de güçleniyor. Yatayda ve dikeyde bir sonsuzluk ve kaybolmuşluk hissi yaratıyor.

Mekanın içerisinde ise, yapının dış cephesinde uyandırdığı tüm duyguların, beklentilerin tamamen karşıtı bir etki yaratılıyor. Dışarıda karşılaşılan tevazu ve yalınlık tavrı, bu defa göz alıcı hatta yorucu olabilecek yapay beyaz aydınlatmayla karşılıyor ziyaretçiyi. Sanki dışarıdaki sadelik hissi, içerideki görsel bombardımanın ters köşe kurgulanması gibi… Mekan ana salon, koleksiyon, süreli sergi alanları, müze kafe ve müze dükkan şeklinde tanımlanıyor. Ana koridor, alanı, keskin bir şekilde karşılıklı olarak ikiye bölüyor. Müze dükkan ile başlayan dolaşım kurgusu, sonrasında yerini, mobilya tasarım tarihinin ikonik nesnelerinin yan yana sıralanmış sergilenmelerine bırakıyor. Mekanın bu bölümü, her müze ziyaretimde zihnimi meşgul eden sorulardan birine kendiliğinden yanıt veriyor. Müze mimarisi ve kurgusu, sergilenen eserlerin birlikte nasıl yer alması gerektiğini ve müze mimarilerinin bu kurguda hangi rolde olması ve ne kadar ön planda durması gerektiğinin cevabını fısıldıyor gibi. Mimari, çoğu müzede kendi görkemli yapısı nedeniyle o denli rol çalıyor ki eserler yalnızca bir öğeye dönüşüyor. Ancak Schaudepot’ta mimarinin yalınlığından mı yoksa sergilenen mobilyaların ikonik olmalarından mı bilinmez, yapı ve eserler birbirlerinden rol çalmadan ahenkle bir arada bulunuyor.

İTFAİYE MERKEZİ
İtfaiye binası Schaudepot’un karşısında, onun mimari sadeliğinin tam tersi istikamette yer alıyor. Zaha Hadid’in uygulanan ilk eseri olması özelliği yapıyı yeteri kadar ilgi çekici kılarken, geometrisi de bu duruma bir o kadar katkı sağlıyor. Mimari, üçgen ve keskin formlarla kendi dinamizmini yaratıyor. Yapı her an zeminden kopup fırlayacak bir canlının ileriye doğru yönelim dinamizmini barındırır nitelikte. Rehber, Zaha Hadid’in ihtişamlı mimarisinin hikayesinden bahsederken, bir taraftan da yapının bir itfaiyecinin gözünden değerlendirilmesini gülümseyerek anlatıyor. Bu durum hikaye anlatıcılığında mimarinin arkasındaki kurgunun, anlatıcının kendi deneyim ve duygularını da katmasıyla daha da zenginleşmesini sağlıyor. Mimari her ziyarette ya da kullanımda kendi hikayesini bir nevi yeniden oluşturuyor gibi. Mimarın zihninden kopan fikir/hikaye, mekanda bulunan her bir birey tarafından ve her defasında yeniden üretiliyor. Başka mimiklerde, başka kokularda, başka seslerde, başka dokunuşlarda, başka zamanlarda tekrar tekrar yeni vücutlar kazanıyor.

Yapı, Vitra Kampüs’te 1981 yılında çıkan yangının ardından alanın ciddi zarar görmesi sonucu yapılıyor. Merkezin yapımı için ana giriş kapısından Sandalye Müzesi’ne kadar olan bölge seçiliyor ve yapı, bu 500 metre uzunluğundaki bölgenin bir kenarını oluşturacak biçimde tasarlanıyor. İhtiyaç programı çevre duvarlarını, bir bisiklet parkını ve birkaç küçük öğeyi de kapsıyor. Yapının tasarımı, kesişen üniteleri ve brüt beton ile camın birlikteliğiyle aslında Zaha Hadid’in bilinen formlarının çok daha ötesinde duruyor.

İtfaiye merkezi, uygulanan tasarım kararlarının ötesinde başka bir açıdan yaklaşma ihtiyacı da hissettiriyor ziyaretçiye. Yapı bulunduğu bağlam içerisinde Schaudepot ve SANAA tarafından yapılan üretim merkezi üçgeninde yer alıyor. Her iki mimarinin daha kullanıcı merkezli yaklaşımının aksine, itfaiye merkezi daha çok görsel şölen için varlığını sürdürüyor gibi. Çünkü yapı, mekanı kullanan itfaiyecilerin işlevsel rahatlıklarının çözümlerini bünyesinde barındırmadığı gibi ve itfaiye araçları için yeterli alan da sağlamıyor. Böylece zaman içerisinde yapı müzeleştiriliyor. Bu durum aslında Vitra Kampüs’te mimarilerin sadece görsel üslup olarak birbirinden ayrılmadığını ayrıca işlevsel yaklaşımlarıyla karşıtlıklarını hatırlatıyor.

KONFERANS SALONU
Ziyaretçilerin Konferans Salonu'na gidiş için tasarlanmış yoldan ilerleyişleri esnasındaki sessizlikleri, mimariye saygı niteliğinde. Yürüyüş yolunun tek kişi için rahatlıkla geçilebilecek ancak iki kişiye yetmeyecek ölçüde kurgulanması içgüdüsel bir sessiz kalma hissi yaratıyor. Rehberin bu noktada Tadao Ando'nun bu yolu toplantı salonuna gitmekte olan fabrika çalışanlarının yalnız kalmaları ve zihinlerini toparlamaları için meditasyon alanı olarak kurguladığını belirtiyor; konuşmadan, tek başlarına toplantı binasına kadar zihinlerini boşaltmaları için bu biçimde tasarladığını anlatıyor. Bu bilgi bile mimara, insana, yapıya, çevreye olan saygıyı ciddi biçimde artırıyorken; yapı ile ilk karşılaşma, bu etkiyi doruk noktasına çıkarıyor. Brüt beton ve cam birlikteliğinin çok güçlü, sessiz tavrı oldukça etkileyici bir görünüm yaratıyor. Özellikle günışığı, seçilen malzemelerin bir aradalığı ve tüm bu kompozisyonun Japon minimalizminin orkestra şefliğinde şekillenmesi, ziyaretçi için muazzam bir görkem yaratıyor. Tüm bu etkileyici harmoni, Tadao Ando’nun “Bence mimari yüksek sesle konuşmamalı. Doğanın ışık ve rüzgar kılığında konuşabilmesi için, mimari sessiz olmalı.” sözünü hatırlatıyor.

Yapı, genel itibariyle düz bir arazide konumlanıyor ve mekan tanımlamalarının bir bölümü zeminin altında çözümleniyor. Genel olarak incelediğinde üç ana kurgudan oluşuyor: çukurda yer alan kare avlu, 60 derece açıyla yerleştirilen bir dikdörtgen hacim ve bu iki dikdörtgen hacmi birbirine bağlayan silindir bir hacim. Tümü çukurda yer alan avluya açılan konferans salonu, kütüphane, özel odalar ve lobiyi de bünyesinde barındırıyor. Yapıya giriş yolu için seçilen güzergahın duvar eteklerinden geçerek bitmesi de ilk karşılaşma için çarpıcı bir tavra sahip. Dikkat dağıtıcı çevresel öğelerden tamamen soyutlanmış olması düşünmeye sevk ederken, bir taraftan da aslında çok da alışık olunmayan klostrofobik bir his yaratıyor. Yapı aynı zamanda bu çarpıcı etkiye sessiz tavrını da ekleyince yarattığı duygu katlanıyor. Giriş olarak tanımlanan dar ve biraz da uzun sayılabilecek açıklık, sanki bina, dışarının içeriye bir anda sızmasına izin vermek istemediği için var. Dışarı ile içeri arasında tanımlanan, görece karanlık ve dar betondan oluşturulmuş bu ara mekan oldukça etkileyici. Buranın sonunda ise uzun cam bir panel kapıyla karşılaşılıyor. Şeffaf bir malzeme seçimi iç ile dış arasındaki keskin geçişi bir nevi yumuşatma görevini üstleniyor.

Mekan içindeki oldukça keskin ışık kullanımı, alan tanımlamalarında önemli bir görev üstleniyor. Ara mekanın karanlık halinin yarattığı etki, bir anda mekana girildiğinde tam tersi şekilde değişiyor. İç mekan günışığıyla, karanlık ve derinlik hisleriyle doldurulmuş bir yer gibi. Burada mekanın el çizimleri ve Vitra Kampüs'ün her tarafında karşılaşılan ikonik mobilyalar yer alıyor. Devamında geniş bir avluya bakan yarım ay formundaki balkona ve ardından büyük toplantı odasına geçiliyor. Burada Jasper Morrison imzalı masalar ve Eames’in ikonik sandalyeleri kullanılıyor. Rehberin mimari detayların arka planlarına dair anlattığı hikayelerden ziyaretçi olarak beni en çok etkileyeni, avluya bakan kiraz ağacı oluyor. Tadao Ando'nun, sakura ağacının kesilmemesi şartıyla sözleşme yaptığını belirtiyor. Bu bilgi mimarlığı, bilinen parametrelerinden çıkarıp çok daha farklı bir noktaya taşıyor. Birden duvarlar kolonlar arasında olunduğu fikrinden uzaklaşılıyor, karşıda durmakta olan ağacın da söz sahibi olduğu bir iç mekan algısına giriliyor. Çünkü toplantı odasının geniş cam panellerinden bakıldığında, doğanın oldukça keyifli bir şekilde kadraja alındığı görülüyor. Gerçek bir peyzaj yerine bir tabloya bakılıyor izlenimi veren bu çerçeve, mekanın meditatif etkisini daha da artırıyor. Yapının genelinde kullanılan ahşap panel kapılar ve alt kat zemininde kullanılan açık renkli ahşap malzeme, brüt betonun ve cam panellerin soğukluğunu ciddi oranda azaltıyor. Mekanlarda ışık o denli doğal bir yol ile mekana hakim oluyor ki birey olarak doğanın içinde, doğal yollarla oluşmuş bir mekandaymış gibi hissediliyor. Işık, çok iyi kurgulanmış aralıklardan sızıyor mekana. Bu da, doğallık hissini ciddi miktarda artırıyor sanırım. Yapının, çevresindeki diğer yapılara karşı takınmış olduğu bilinçli bir alçakgönüllülük halini daha da güçlendiriyor.

Vitra Kampüs’te, yapılan sergilemelerin anlam ve bağlamları, ikonik mimari mekanların düzenlemesi ya da ziyaretçi ile etkileşime girme yöntemi diğer müzelerden oldukça farklı bir tutumda yapılıyor. Mekanlar alışılagelmiş müze kurgusunu nispeten değiştirir nitelikte. Yapıların içerisinde bulundukları bağlam ve mimari deneyimin içindeki hikaye anlatıcılığı ise bu ilginç kurgunun zihinde daha fazla tutunmasını sağlıyor. Rehberin aktardığı hikayeler yaşanmakta olunan deneyimin her noktasının, daha canlı olarak resmedilmesini sağlarken; bir şekilde ziyaretçi olarak beni, katılımcı olduğum bir mimari deneyimin parçası haline getiriyor. Mimari hikayelerin her biri ile hikayenin bir parçası olduğu hissediliyor. Her yapı birbiriyle gizli iplerle bağlılarmışçasına zihnim, binaları bağdaştırıp zihinsel bir harita oluşturuyor sanki.

Etiketler:

İlgili İçerikler: