Bir Su Mimarlığına Doğru Ön Düşünceler

LEVENT ŞENTÜRK

-Akın için-
David Brewster 1817 yılında kaleydoskopu icat ederken, bir oyuncak değil de ütopik bir verimlilik makinesi hayal eder: Binlerce sanatçının yıllar boyu üretebileceği sayıda, karmaşıklıkta ve harikalıktaki sanat eserini, göz açıp kapayana kadar yaratıveren bir alet...

Su ve beden üzerine düşünürken, bir anda Brewster’ınki gibi bir düşe kapılmak olası; çünkü suyla tabulardan, geleneklerden ve ideolojik bariyerlerden azade bir karşılaşmayı mümkün kılacak bir mimarlığın zeka gelişiminden entelektüel esinlenmeye, ruhsal sağaltımdan oyuncul sosyalleşmeye varıncaya kadar, sayısız gündelik yarara sahip bir toplumsal ortam yaratabileceğine pekala kendimizi inandırabiliriz.

Japonya’yı vuran tsunami dalgalarının Sendai’nin içlerine doğru ilerleyişini televizyonlardan canlı izledik. Bunları izlerken, önü alınamayan Deleuzeyen bir virtüelliğin mekanında olduğumu aklıma getirmedim; su karada önüne çıkan seraları, yolları, insanları, hayvanları, araçları, gemileri, evleri sonsuz bir güçle bünyesinde öğüterek hammaddeye dönüştürüyordu, görkemli bir dehşet duygusuydu bu; insanı 11 Eylül’dekine benzer korkulara kaptırıyordu ama sadece izliyorduk.

Bu felaket, bize yeniden kentlerin denetim mekanları olduğunu anımsattı. Kent, suyun denetim altında tutulduğu yerdir. Suyla ilgili bütün denetim şebekeleri, kentin fiziki çevresinin küçümsenmeyecek bir bölümünü kaplar. Bayındırlık yapılarından su şebekelerine, arıtmalardan kanalizasyonlara, ıslak hacim kurgularından anıtsal ve rekreatif su yapılarına kadar: Hepsinde de suyu “kuvve” halinde görürüz: Taşkın, Dionysos, meander, türbülanslı değil de durağan, uysal, Apollon, mutedildir kentlerde sular.

Geniş anlamda düşündüğümüzde, bir şeyin bir biçime sahip olması demek, katı ve kararlı olması demektir; bu yanıyla kentteki üretimlerimizin tamamı kurudur. Sadece üretimlerimiz değil, dilimiz de tanımlı, şekilli, kesinliklidir: Su katılmamışlık, sulandırılmış olma tehlikesine karşı saflığı ve ideal olanı temsil eder. Suyun bize yapabileceklerini gördük. Biz suyla ne yapıyoruz öyleyse? Yeni hiçbir şey yapmıyoruz. Suyla toplumsal ilişkimiz çok kısıtlı kalıyor. Su, yaşamın kaynağı ama toplumsal yaşamımızı “beden=su” gibi bir denklem etrafında biçimlemediğimiz kesin.

Peter Zumthor, Therme Vals
Peter Zumthor tasarımı Therme Vals, Fotoğraf: Cemal Emden

Su, kentlerimizden kovulmuştur: Oluklardan kanalizasyonlara, çeşmelerden lavabolara ve yine kanalizasyona hızla tahliye edilir. Cephelere çarpan yağmur ve kar suları saçak, doğrama ve denizlik detayları aracılığıyla zemine vararak rögarlara ulaşır. Su ve nem, duvarlarımızdan içeriye ulaşmasın diye yapıları boydan boya izolasyon malzemeleriyle kaplıyoruz. Biz, çevreye karşı duyarlı kentliler, suyun başıboş nehirlerini, derelerini, sulak alanlarını, göllerini “fiil” halinde değil de; barajların dev duvarlarının ardındaki havzalarda, “kritik seviyelerin üzerinde” birikmesi makbul bir kuvve olmasını yeğleriz. Biz zevk sahibi insanlar, suyu sofralarda doğru biçimde ve oranlarda kullanırız. Bedenimize buyur ettiğimiz bütün gıdalarda su titiz bir biçimde oranlanmıştır. Suya girmek, suyla temizlenmek ve sonra da sudan kurtulmak için evlerimizde, kamusal mekanlarda, taşıtlarda aygıtlarımız vardır. Suyun kentte dağıtılması ve toplanması büyük ve karmaşık bir iştir; titizce birbirinden ayrılmış iki ayrı ağa sahiptir ve içinden geçen sular sayılır, ölçülür ve denetlenir. Bir yerin ne kadar kent olduğunu yağmur yağdığında “anlamamız”, suyun saldırısı (doğanın yağmur, dolu, kar, tipi, sel biçimindeki tezahürleri) karşısında o kentin hangi denetim stratejilerini ve olağanüstü hal aygıtlarını ne kadar devreye sokabildiğiyle orantılıdır. Yağmur, kentli için romantik bir deneyimdir: Yağmur kentten çekip gitmeye itiraz etmedikçe.

Muhafazakar toplumlar bedenin suyla kurduğu ilişkiyi derhal zapturapt altına alıp biçime sokuyor, tanımlıyor ve sınırlıyor. Türkiye özelinde düşündüğümüzde, insan bedeninin suya değme olanağı bulabildiği çok az sayıda yapı türü var. Bunların başında da hamamlar geliyor. Hamamlar, daha kapıdan girmeden ayıklamaya başlıyor: Erkeklere haftanın büyük bölümünde, kadınlara da sadece bir günlüğüne açık kalarak hemen heteronormatif cinsiyet düzenindeki kodlamalarını gerçekleştiriyorlar. Suyla ilişki kurma doğrudan cinsiyetleniyor: ilk adım.

Türkiye’deki hamamlar, dini ve ahlaki kodlamalar nedeniyle doğrudan edep, haya, ar, namus gibi ataerkil bariyerlere çarpılan yerler haline gelir: ikinci adım.

Suyla beden yan yana gelemez: Hamamda suyla bedenin koşulsuz karşılaşması tam gerçekleşecekken, geleneksel örüntüler, ritüeller derhal araya girer: üçüncü adım. Beden suya dokunur dokunmasına ama “çıplak” bir dokunma olmaz bu bir türlü: Hamam bir haz mekanı değil bir yıkanma ve arınma yeridir. İnsan, kendi bedeninin kirli olumsallığından burada arınır ve yeniden tanrısal bir katharsis içinde, ruhani değerlerle yüklenerek/hafifleyerek oradan ayrılır.

Mekanın mimarisi burada sahneyi belirleyen başlıca kapatıcıdır: Türkiye’deki cami tipolojisinin benzerine burada da rastlamak şaşırtıcı olmaz. Merkezi bir mekan etrafındaki yıkanma yerleri dışında ortaklaşa bir edime yer açan nişlerle karşılaşılmaz. Sosyalleşme, suyun olmadığı yerde daha etkindir. Göbek taşlı, kurnalı ve aslan başlı havuz mekanının Afyon mermeriyle kaplanıp üzerinin ışıklıklı bir kubbeyle örtülmesinden ibaret yıkanma sahnesi, merkezi mekan geleneğinin sınırlarını zorlamaktan itinayla kaçınır. Bu mekansal kurgunun kendinden hoşnutluğunu besleyen oryantalist saikleri de manzaraya eklersek, hamam klişesi neredeyse tamamlanır. Mekanın kullanımıyla ilgili yazılı olmayan birkaç basit kural, mimari klişelerle birleşir ve esas sınırlılıkları oluşturur.

Erkekler hamamında bütün eril mekanlardaki kurallar geçerlidir. Burada sudan haz almaya, bedenin sınırlarını gevşetmeye, heteronormatif kodlardan ve yetişkinlerin dünyasından uzaklaşmaya dair her şey yasaklanmıştır. Çıplaklık sosyal olarak kuşatılır ve yok edilir. Su burada haz değil de salt şifadır: Bir anlamda tanrısal bir maddedir. Beden, kubbe deliklerinden gelen ilahi ışıkla ve suyun şifa veren ısısıyla paklanıp kutsanır. Beden suyu görünce aklın cenderesinden kurtulur korkusuyla gelenek ve din, kişinin üzerine çullanır ve onu tesettüre sokar. Kişi bedenini ve ruhunu şımartmaya geldiği yerde, bedenini unutmaya, başkalarının bedenlerini görmezden gelmeye ve çıplaklığından utanmaya zorlanır. Yıkandığında, artık kişi bedenini yeniden dış dünyanın aydınlığına çıkarıp, istediği gibi kirletebilecektir.

Eskişehir, kent merkezinde sayısız termal hamamın bulunduğu bir kent olmasına karşın, kentte bu şablonları zorlayacak tek bir hamama rastlanmaz. Bunun ülkedeki hamamların tamamına yakını için geçerli olduğunu tahmin etmek güç değil.

Bedenle suyun arasına geleneğin ve dinin girmediği, çok daha olağan koşullarda bir karşılaşma düşünmek neden bunca zor? Neden hamamlar gündelik hayatımıza yakın zamanda katılan sayısız kamusal mekan türünden biri haline gelmiyor? Neden kamusal programlar birbirleriyle sınırsız bir biçimde melezlenip çeşitlenmeye devam ederken hamamlar bunların dışında kalıyor? Neden hamamlar ticari zekanın ilgi alanı dışında kalmaya devam ediyor? Neden suyla ilgili bütün kentsel programlar, salt faydacı bir mantıkla ya spa ya da olimpik havuz olarak biçimleniyor? Nasıl oluyor da, orta ve üst sınıfın erişimine açık lüks oteller, suyun bütün erotik ve oyuncul potansiyelini ellerinde tutarak, iyice görselleştirilmiş cinselliği sezonluk olarak sahneye koydukları masmavi havuzlarında pazarlamayı başarabiliyor?

Hamamlar her şeyden önce “kaybolan geleneksel değerler” başlığı altındaki “hassasiyet”lere dair mekanlar olarak sempati toplayıp yaşatılıyor. Duşla yıkanmanın yaygınlaştığı son otuz yılda, hamamlar alternatif bir sosyal yıkanma kültürünün parçası olarak değerlerini koruyor. Bu nedenle de yukarıda sıraladığım hamam mimarisinin parçaları yeniden üretilip duruyor. Hamamlara konut mimarisindeki hijyen standartlarının yükseldiği elli yıldan daha uzun bir zamandan beri fiilen ihtiyaç kalmamış olması, bu mekanlara yönelik kamusal vurgunun artmasıyla sonuçlanabilecekken, tam tersi oluyor: Eril toplum olduğu yerde duruyor ve hamamların dönüşmesi ideolojilerce engelleniyor.

Hamamlar, bedenlerimizin şımartılabileceği yerler olarak gözden kaçıyor ve metafizik tabanlı arınma fikri tarafından yetersiz şekilde biçimlendiriliyor. Oysa su, sınırsız şekilde üretken bir bedensel uyarıcı olarak, mekanın kurucu unsuru haline gelebilir ve görsellik tarafından köreltilmiş bedenlerimizi devrimsel bir biçimde yeniden uyandırabilir.

Yeni bir su mimarlığını nasıl hayal edebiliriz? Birkaç tasarım fikri ortaya koymaya çalışacağım.

Isının barok bir yüzey gibi işlenip kullanıldığı bir virtüel su mekanında, bedenlerimizi sulara bırakmanın sonsuz hazzı içinde yeniden derin bir tensel deneyimle tanışabiliriz. Bu tür bir ısıl mekanda, devletin bizim için çizdiği bütün sınırlar, tehditkar bir biçimde eriyiverir. Beden bütün ısı dalgalanmalarını tanır ve kumaşlarla kaplı halinin rüzgarı algıladığından daha bütüncül bir biçimde bu ısı dalgalarını ayrımsayıp tepki verir. Su mekanında giysilerle, yürüyüşle, otomobillerle, bakışla belirlenen mikro iktidar topoğrafyası altüst olur: Bedenler çıplaktır, bedensel teknolojilerin tamamına yakını kuru olduğundan devre dışıdır, sınıf ve yaş farklarını vurgulayan veya gizleyen bireysel mülkiyet teknolojileri devre dışıdır, bakışın hükmü azalmıştır... Hiçbir kentli özne bu mekanda uzun süre eriyip çözünmeye dayanamaz; gelgelelim hiçbir kentli bu mekanın çekiminden kendini alıkoyamaz. Su mekanının bu çözücü ve kimlik belirtilerini askıya alıcı niteliği, silkinmeyi sağlar. Kişiler, kentin heteronormatif rejim araçlarından bir süreliğine ayrılmış olmaktan tanımlayamadıkları bir haz alırlar, hatta suyun verdiği hazla sarhoş olurlar.

İnsanlar AVM’lerde üç boyutlu etkiler veren interaktif eğlence odalarında heyecanlandırılıyor. Betimlemeye çalışacağım gibi, bir su eğlencesi odasında yaşanabilecek deneyimin derinliğiyle kıyaslandığında, bu tür görsel makineler çok sıradan kalır: Gözün hükmünün geçmediği, bedenin savunmasız kaldığı, yerçekiminin azaldığı, yön duygusunun köreltildiği karanlık bir oda; sıcak ve soğuk su akımlarıyla doldurulmuş, suyun çeşitli formlarda ve hızlarda bedeni kuşattığı, derinliği bazen azalan bazen artıp korkutucu hale gelen, bedeni tehdit eden veya onunla oynayan su mekanı. Yapay ışıkla teçhiz edilmiş bu su odası veya havuz hacmi, ışığın ve led ekranların bedenin yüzüşüne, suda çizdiği eğrilere cevap verdiği teknolojilerle donatılmıştır. Beden kokularla yönlendirilir, çekilir, cezbedilir. Beden seslerle karşılanır, uyarılır. Karanlığın etkisiyle suyun ısısı birleşerek algısal sınırlar yerle bir edilir. Karanlık ortamda su olduğundan daha sıcak veya soğuk algılanır, sudaki renkli ışık oyunları, derinlik ve yoğunluk algılarını altüst eder. Yerçekiminin yokluğunda ses, yankı ve suyun içindeki ısıl devinimler, havuzun çeperlerindeki sabit veya hareketli, çeken ya da iten deliklerden gelen etkiler, suya karıştırılmış havanın fokurtusu, cızırtısı, ışıması ve bunların belli bir zaman diliminde hazırlanmış senaryosu. Verili bir imajla şaşırtmayı amaçlamayan, spontan bir deneyim mekanı. Bedenin suyla temasını abartan teknolojik bir mekan.

Bir odaya sıkıştırılmış bu deneyimleri daha büyük, total bir boşluğa yayabiliriz. Potansiyel olarak bu mekan kuruyken kendi başına bir program değildir. Oysa kentte inşa edilmiş yapıların tamamı böyledir. Bu ilk devrimsel farklılığı oluşturur: Bina su yokken tanımsızdır. Bu oyunu geliştirebilmek için, kentte kullandığımız binaların çeşitli seviyelerde suyla dolu olduğunu hayal edebiliriz.

Burada, faydacı bir senaryo etrafında şekillenmiş spa kurgularına göre çok daha “şifalı” bir bedensel oyun kurabiliriz. Bu mekanın mümkün kıldığı şey, kısacık bir sıcak suyla yıkanma sırasında bile oluşabilen derin düşünme, zamanın yavaşlaması, bedenin sınırlarını yitirip mekansal bariyerleri ihlâl etmesi, yerçekiminin yok olması, hayal gücünün çalışması gibi, kent hayatında bedenin konumunu dönüştürmek bakımından hayati öneme sahip eşsiz deneyimleri kamusal yaşama yeniden tanıtmasıdır.

Bin metrekarelik bir alana yayılmış, tekil bir hamam hacmi düşünelim. Cam yüzeyler, açık havada sıcak havuzlar, dışarıdan görülebilen camlı havuzlar gibi unsurlar, binanın geleneksel kapalı hamam tipolojisini sorgulayarak iç/dış ayrımını zorlamasını sağlar. Buraya girerken cinsiyetiniz sorulmuyor, sinemaya gider gibi geliyorsunuz. Mekanın tamamı suyla kaplı, giyinik olarak girilen giriş programından itibaren her yer ıslak. Binanın her yeri, fotoselli sensörlerle harekete geçen; zeminden, duvarlardan veya tavandan fışkıran su aparatlarıyla teçhiz edilmiş. Suların tamamı, nanoteknolojik dezenfektasyon yöntemiyle denetleniyor. Termal su kullanılmasına rağmen, ortamların gereken ısı değerinde kalmasını sağlayacak termal destek üniteleri bulunuyor. Suya konan, aşındırılmış organik formlu taş kütleler, temas sırasında olası yaralanmaları ortadan kaldırıyor. Basılan veya dokunulan yüzeyler, perforajlı, çizilmiş veya dalgalı dokulara sahip. Yarı sert veya esnek, teknolojik bir kaydırmaz ve antibakteriyel tekstil kısmen kullanılıyor. Burada birçok derinlik değişkenine uygun mekanlar olmalı. Oturarak, ayakta, diz çökerek, yatarak, vb. deneyimlenebilecek çeşitli ısı değerlerinde su hacimleri var. Her gelişinizde, yeni mekansal oyunlar bulabilir, bunları tanımadığınız insanlarla veya arkadaşlarınızla oynayabilir, daha önce bulduklarınızı yeniden deneyimleyebilirsiniz. Burada, hijyene yönelik asgari ihtiyaçlarınızı karşılamaktan çok daha ötesine geçen bir yerdesiniz. Sığ havuzlarda güçlükle yürüyüp ilerleme, sıcak bir derinlikten soğuk bir adaya yüzme gibi erişime veya döngüye dayalı deneyimler mevcut. Lineer ilerlemeye dayalı yavaş yüzme yerlerinde, kokulandırılmış ısıl mağaralarda sudan çıkılıp mola verilebilir. Yüzerek gelinen bazalt, ahşap veya çakıl adalarda, soğuk buhar, ılık mikro kaynaklar, sauna etkileri gibi ısıl uyaranların yanı sıra eksik, geçişli, ışıksız birikintiler, infernal havuzlar olabilir. Karanlık dehlizlerden, interaktif led yüzeylerle donatılmış havuzlara geçilir; kişi burada yüzerken hareketleri algoritmik görüntülere dönüşür; yaydığı dalgalar ise elektronik olarak yorumlanmış seslere dönüşür. Işığa/karanlığa yüzme, seslere doğru yüzme, basınçlı jetlerle uyarılma, sığ patikalardan yürürken ılık, soğuk ve sıcak şelalelerden ardı ardına geçme gibi, bedenin suyun içine tamamen gömüldüğü ya da tamamen dışında olduğu, birçok varyasyona sahip sulu kesitler tasarlanabilir. Su perdelerince gizlenen nişler, nefes alıp verir gibi yükselip alçalan su birikintileri benzeri hareketli ya da hareketsiz bedensel yoğunlaştırıcılar da mekanın her yerinde belirebilecektir. Büyük su yüzeylerinin içine yerleştirilmiş bölgesel programlar, odak noktaları yaratabilir. Soğuk suyla dolu bir havuzun içinde ısıtılmış mermer bloklar, bulunacak oyunlardan biri olmanın yanı sıra, çelişkili bedensel deneyimler vaat eder. Bir yeri olmayan, aniden ortaya çıkabilen akıntılar, kişiyi beklenmedik yerlere sürükleyerek yeni ısıl, kokusal, dokunsal, sessel ve görsel mekan nişleriyle tanıştırır. Kaygan, eğimli yüzeylerde hızlandırılan sular, eğlenceli toplanmalara yol açar. Yanılsamalı derinlik etkileri yaratacak yansıtıcı, parlak yüzeyli materyallerle kaplanmış havuzlar, ışık etkileriyle birleşerek duvarlara ve bedenlerin üzerine yansımalar düşürür. Akıntıya karşı yüzme, hızı artırılmış sıcak veya soğuk sulara direnme gibi kısmen oyunsal, kısmen de mücadeleye dayalı enerji harcama nişleri yapılmıştır. Belli bir periyotla dolup boşalan odalar, mekanın suyla beraber neye dönüştüğünü gösterir.

Svankmajer’in Faust’ta Mefistopheles’yi çağırdığı gibi, suyun gücünü ve bilgeliğini vaat etmesi karşılığında, bedenimi ona armağan ederdim. Karada kavrulup kalmaktansa, uzun süreliğine “açılmayı” yeğlerim: Bedenin suyla etkileşimi üzerine “kuru kuruya” düşünülmüş ne varsa hepsini geçersiz kılacak, devrimci bir su mimarlığı hayal edebilmek için. Bizim şu kuru ve hijyenik teknoloji toplumumuza çürüme, ayrışma, enfeksiyon, kirlenme vaat eden büyük gücün ruhunu çağırmak: İmgelemi esir eden bütün heteroseksist kodları sular altında bırakacak bir tufan hayal ediyorum.