Bahar Ne Zaman Gelecek?

KORHAN GÜMÜŞ

Öğrenciliğimde alternatif yerleşim pratiklerinden söz edince “O zaman projeni çiz getir, görelim” derlerdi, hocalarımız. Rolleri icabı “çarpık” dedikleri şehirleşmenin kendi yöntemleriyle düzeltileceğine inanırlardı. Ruh karartıcı, düşünce üretimini küçümseyen, seçkinci bir eğitim modeli vardı karşımızda. Ancak bazı öğrencilerin yaptığı gibi eğitim alanını terk edip görünen iktidarla uğraşmak yerine, bulunduğumuz iktidar alanını sorgulamayı amaçladık. Daha okuldaki birinci projeden başlayarak sanki mimarlığı bina çizmek, şehirciliği de bunları araziye serpiştirmek gibi gösteren, canlıları, cansızları nesneleştiren yeniden üretim sürecinin dışına çıkmaya çalıştık. Şehrin iktidar ve piyasa bağımlısı meslek odakları tarafından dışlanmış, bastırılmış yüzünü keşfe çıktık.

Diyarbekir surları; fotoğrafçı: mehmet masum suer, © diyarbakır büyükşehir belediyesi

Bugün de Türkiye gibi ülkelerde mesleki alanda bağımsız bir alan bulunmadığı ya da güç odakları tarafından bastırıldığı için hayatı yenileyecek fikirlerin üzeri örtülüyor, özgürlükler kısıtlanıyor. Yalan makineleri haline gelmiş tek yönlü kanallarla başka alternatiflerinin olmadığını söylüyorlar, ellerindeki sopalarla kafamıza vurarak. Zayıfladıkça meşruiyetleri, giderek daha çok şiddet üretiyor güç sahipleri. Diğer taraftan da yarattıkları krizlerle, şiddetle, yıkımlarla iyice kendi kendisini yok eden bir yapıya dönüşüyor, iktidar bağımlısı kurumlar.

Asıl sorun beyin ölümü çoktan gerçekleşmiş bu yapıyı dönüştürecek alternatiflerin henüz belirgin olarak ortaya çıkmamış olması. Sorun; filizlenen gelişmeleri, deneyimleri sürekli imha eden kurumsal işleyişlerin kendisini şiddet yoluyla yeniden üretmesi. Toplulukları tasarlama idealleri üzerine kurulan bu disiplin devleti ve onu yeniden üreten kurumlar çöktükçe, meşruiyetlerini kaybettikçe daha fazla baskı ve şiddete başvuruyor. Tanıdığım aklı başında çoğu kişi umudunu kaybetmiş durumda. Ama ünlü bir şairin eski zamanlarda söylediği gibi "yaralar çeşmeye dönüşür." Çünkü insanı insan yapan şey; yaşanan sorunlar ne olursa olsun, hayatı yenileme kabiliyeti. Belki de Buzul Çağı’ndan sonra ağaçlardan yere inen, ama ne yırtıcı hayvanlar gibi dişleri ne de pençeleri olan ve gene de hayatta kalmayı başaran ilk atalarımız gibi.

Ömer Madra Açık Radyo’daki Dinleyici Destek Programı’nda şöyle bir espri yaptı: “Bahar geliyor, bahar da yasaklanabilir mi? Hayır, bahar yasaklanamaz!”

Artık bu kadarı yeter. Daha başka şeyler yapmak lazım. Sorun yalnızca iktidar ve piyasa bağımlısı güç odaklarının gerçekleştirdikleri yıkımlar, yağmalar, haksızlıklar değil.

Bugüne kadar yaşadıklarımızdan, gördüklerimizden sonra sanki hiç bir şey olmamış gibi davranmamız mümkün değil. “Elimizden bir şey gelmiyor, bunlar bizi aşan, siyasal konular” diyenler belki de “başka bir şey yapmaktan” farklı bir şeyler anlıyor olabilirler. Belki de asıl sorun iktidarla onu inşa eden sembolik dünya arasında kurulan bu ilişkide. İktidarı yalnızca bir tercih gibi gösteren, onun bağımlı yapılar içinde nasıl yeniden üretildiğini görmezden gelen meslek insanlarının kafa karışıklığında. Onların direnmekten, mücadeleden anladıkları da bu nedenle yalnızca kendi iktidarlarını hedeflemekten başka bir şey değil. Oysa her alanda yapılabilecekler olmalı. Tıpkı yüzyıl başında bir taraftan otoriterleşme, faşizm, piyasa diktatörlüğü baş edilemez bir güçle her tarafı sarmış durumdayken üniversitelerin, bireylerden kalkarak entelektüel üretimin mucizevi bir şekilde kendilerini yenilemesi, mimarlıkta, sanatta büyük bir dönüşüm hareketinin yaşanması gibi. Bu deprem, kamusal alanı disiplinci kurumlara bırakan kapitalist toplumları derinden sarstı ve hala sarsmaya devam ediyor.

Türkiye’de bu sarsıntı biraz farklı bir şekilde yansıdı. Entelektüel üretim yapan kurumlar ve kişiler kamu alanı deyince kendilerini iktidar alanında buldular, genellikle. Bu yüzden bu büyük sarsıntı yüzeysel sonuçlar yarattı. Örneğin akademya, neo-klasik programını kendi dinamikleriyle sorgulamadı. 2. Dünya Savaşı’nda Avrupa’dan gelen hocalar ve evrensel bakışa sahip olan akademisyenler dışında, üniversitelere iktidarın başucundaki kurumlar olma görevi verildi. Üniversitelerdeki her türlü özgürlük kısıtlanmaya çalışıldı. Bu yüzden entelektüel üretim, güncel mimarlık, sanat gibi konular filantropik kurumların içine hapsedilen, kitleleri ilgilendirmeyen lüzumsuz işler gibi algılanıyor, hala.

Meslek örgütleri içinde mimarlık politikasına dair konular genellikle iktidarların rant tercihi gibi araçsallaştırıcı bir mantıkla ele alındığı için mekanda iktidar ilişkilerinin nasıl yeniden üretildiğinin üzeri örtüldü. Sorun yalnızca iktidarların tercihleri, bireylerin basmakalıp planlama pratikleri karşısındaki hukuku tanımama eğilimleri, çıkar çevrelerinin niyetleri üzerinden okunmaya çalışıldı. Mesleki kurumlarda entelektüel bir yeniden yapılanma gerçekleşmeden onarılamayacak olan bu çelişkinin üzeri popülist iktidarlarla seçkinler arasındaki bir karşıtlığa, bir simetriye dönüştürülerek örtüldü. Böylece iktidarı ve muhalefetiyle baskıcı, ayrımcı, bağnazlıktan beslenen disiplinci bir devlet koalisyonu oluştu.

Bu işleyişi kabul etmeyenler, direnenler de karşılarında “İtiraz ediyorsunuz da ne oluyor, geciktirmekten başka bir şey yapıyor musunuz” diyen iktidar ve piyasa bağımlısı arsız ve pişkin meslek insanlarından oluşan bir taraf buldular. Ellerinde güç ve imkan olduğu için bu meslek pratiklerinin asıl muhatapları olan ve donanımsız, sermayesiz topluluklar daha çok ezildiler. Onların mağduriyeti de bir şekilde politik alana yansıdı, ama nedenleri görünmeyen, anlaşılmayan, perdelenen tepkiler olarak. Bu nedenle kamu kararlarının içeriğini oluşturan ve güç odakları tarafından gerçekleştirilen plan ve projelerde hala topluluklar için neyin daha doğru olduğunu söyleyen, çok bilen özne tavrı hakim. İstanbul’da, bilim ve sanat kurumlarının hemen yanı başında, “bilim adına görev üstlenen” kişiler tarafından gerçekleştirilen Tarihi Yarımada projelerinin neredeyse tamamında bu mantık hakimdi.

Tehcir, yani zor kullanarak yer değiştirme yakın tarihimizde devletin sık sık başvurduğu resmi politikalarından biri oldu. Ağır silahlarla delik deşik olan Diyarbekir’in tarihi merkezi Sur ilçesinde de bu nüfus değiştirme politikasının bir örneği olarak 9 bin 200 binanın, yani tümünün, acele kamulaştırma kararı verildi. Bölgenin Afet Riskli Alan ilan edilmesi ise 2012 yılına uzanıyor. Belediye Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile bu tarihte bir protokol imzalamış. Şimdi kapsamına bakınca bunu nasıl yaptı diye insan merak ediyor elbette. Ya sonuçlarının farkında olmadığı ya da çözüm sürecinde oyunbozanlık yapmamak için.

İktidarın Diyarbekir projesi ise akademyada hakim olan neo-klasik otoriter şehircilik anlayışının tıpatıp aynısı. Ağır silahlarla delik deşik edilen, büyük hasar gören Diyarbekir’ın tarihi merkezindeki kentsel dönüşüm projesinin detayları belli olmuş: 9 bin 200 yapı tarihi dokuya uygun olarak yeniden inşa edilecekmiş. Yasaya uygun olarak önce riskli alan ilan edilmiş, sonra acele kamulaştırma kararı alınmış. İnşa edilecek yapılar Diyarbekir’in mimarisine uygun olacak, yükseklikleri 4 katı aşmayacakmış. Sahabe mezarlarının olduğu tarihi yerler, din ve kültür turizmine kazandırılacakmış. 1 milyon 870 bin metrekare alanda Toplu Konut İdaresi (TOKİ) tarafından gerçekleştirilecek dönüşümde konuttan çok ticaret öne çıkacakmış. Nasıl İstanbul’da Tarihi Yarımada için “Burada yaşayan insanlar göçle geldiler, geçmişte burada yaşamıyorlardı.” diyerek insanları, çalışanları yerinden ediyorlarsa, Sur’da da aynısı söyleniyor. Yakılan köylerden canlarını kurtarmak için gelen insanlar, bu defa da şehirlerde aynı duruma düştüler. Kiracılardan, işyeri çalışanlarından söz eden yok. Mülk sahipleri de şehrin dışındaki TOKİ konutlarına sürülecekmiş. Bölgede yaşayan yoksul insanlar yerinden edilecek, görünmez kılınacak. Onların yerini bu dönüşümden istifade etmek isteyen, nemalanan kesimler alacak. Bu topluluk devlet gücünü arkasına alarak iş gören ayrıcalıklı kişilerden oluşacak: Devlet memurları, iktidara yakın esnaf, imkan sahibi olan kişiler… Şunu sorabilirsiniz, haklı olarak: Bir taraftan hayatlar söndürülürken nasıl bu hayaller kurulabiliyor, felaket bir dönüşüm fırsatı olarak görülebiliyor? Oysa şaşıracak bir şey yok. Bu dönüşüm Süleymaniye’deki, Sulukule’deki ya da herhangi bir başka yerdeki işleyişten hiç farklı değil.

İktidarların şehircilik deneyimleri, otoriterleşmenin nasıl gerçekleştiğini hem gizliyor hem gösteriyor. Başta da işaret ettiğim gibi, iktidarın yeniden üretimini yalnızca onun sembolik alanına izole etmek, mekan pratiklerinden ayrıştırmak bu örtme çabasının bir uzantısı. Her koşulda bilginin iktidar gücünü arkasına alarak din gibi itaat edilmesi gereken bir şey olmadığını, insanları nesne değil özne haline getirecek sürekli bir deneysellik, ilişki, sorgulama gerektirdiğini anlamadan bu ülkede insanlar rahat yüzü görmeyecek.

Koşullar ne olursa olsun şehirlerle, yaşam çevreleriyle ilgili deneyimlerin özgürleştirilmesi için çaba göstermek gerekiyor.

Hayatı yenileyecek kanalların açılması için muazzam bir deneyim birikimi var karşımızda. Öğrenilmesi, üzerinde çalışılması, ders çıkarılması gereken… Ancak o zaman hayatın barış içinde filizlendiğine tanık olabiliriz.

Yoksa haram olacak bütün baharlar gibi bu bahar da bize...

Etiketler:

İlgili İçerikler: